gördüğüm kadarıyla çağın hastalıklarından sadece biri de kitap okumaya, yeni bir şeyler öğrenmeye, boş vaktimizi kendimize faydalı işlerle geçirmeye fırsat bul(a)mayışımız. çoğu zaman vakitsizlikten de değil bunları yapmayışımız, getirdiği bilgiyi özümsemenin gerektirdiği efor yüzünden sanırım. o yüzden son zamanlarda kiminle konuşsam hızlı bir dizi izleyicisi veya polisiye/gerilim (almanların deyimiyle krimi, amerikanlarca thriller) roman okuyucusu olmuş çıkmış, tıpkı benim gibi. neden polisiye derseniz, basit; içinde günlük hayatın curcunasında bir kırtik (erzurumca azıcık) kalmış konsantrasyonumuzu üzerinde tutmaya yetecek kadar adrenalin var yani sürükleyici, o güzel kafamızı yormadan anlayabilecegimiz şeyler anlatıyor ve elbette korku fılmlerini, katilli polisli her şeyi niye seviyorsak o yüzden: bilinçsizce de olsa bize yaşattığı "oh be iyi ki bu şeyler benim başıma gelmiyor" duygusu.
polisiye/gerilimi her zaman sevmişimdir ama dediğim gibi ben de son yıllarda sağlıksız derecede polisiye kitap, dizi ve film tüketen biri oldum çıktım. yanlış anlaşılmasın, bence polisiye/gerilim sevmek kesinlikle çok mantıklı! ve her zaman öyle yazdığım kadar da kolay işlediğimiz, tüketip bir kenara attığımız şeyler çıkmıyor bu türden. türünün iyi örnekleri o bulmacalı halleri, birer birer ortaya çıkan çoğu zaman kafa karıştırıcı ipuçları, olay örgüsü veya sonuyla insanı şaşırtma potansiyeli ve en önemlisi insan profilleriyle korkuturken düşündüren eserler.
bu maratonumun yakın tanığı o. bu kadar vahşet, kan, gerilim dolu şeylerden nasıl zevk aldığıma hala şaşırır. sebebini az çok yukarıda anlattım ama okuduklarımdan ve izlediklerimden etkilenmememin en önemli sebebi kurgu ve hatta uyarlama eserlerden kendimi kolaylıkla soyutlayabilmem olsa gerek. korku filmi izleyemeyen, izleyince günlerce etkisinden çıkamayan insanların bu soyutlamayı yapamadıklarını farz ediyorum, ki etkisinden kurtulamıyorlar.
mevzu kurgu olunca üstümden hafıf bir rüzgar gibi geçen kan revan, vahşet, korku, iş ciddiye binince kesinlikle uzak durduğum şeyler. ana haber bülteni üçüncü sayfa haberlerine bağladığı anda kanalı değiştiririm (gerçi ana haber bülteninin siyasi kısmı da benim için gerilimden farksız, evde akşam yemeği sırasında ajansı almak isteyen o. ve asabımı bozmak istemeyen şahsım arasında sürekli bir kanal değiştirme çekişmesi var).
sosyal medyada kol gezen hayvanlara eziyet videolarının emaresini dahi gördüğüm yerden topuklarım. hatta ilk örneğinin 2000li yılların başından olduğunu hatırladığım teröristlerin kafa kesme, insan yakma vs. gibi yazarken bile fena olduğum eylemlerinin hiçbirini bugüne dek izlemiş değilim. bu konuda o kadar tırsağım ki ali ismail'i döven orospu çocuklarının olduğu görüntüleri bile kendimi zorlayarak aylar sonra izledim. işte bugün, o toplasan günler, haftalar, aylar edecek korku ve gerilim kurgusu mazimden geriye bana şimdi etki edecek çok az şey kalmışken ali ismail'in görüntüsü belleğimden asla silinmeyecek gibi.
kurgu kısmından o içime işlemiş çok az şeyi düşününce ilk aklıma gelen örnek nedense hep 8mm oluyor. o küçük emrah bakışlarıyla dalga geçtiğimiz, kimi zaman oyunculuğunu itin götüne sokup çıkardığımız nicholas cage'e saygı duymamın en büyük sebebi bu film. yine de filmden aklımda yer eden en önemli iki figür de nikılıs değil.
.. spoiler ..
biri filmin ölmüş kahramanı zengin adamın yaveri olan itoğluit: nikılıs "peki ama neden bunu yaptı?" diye sorduğunda "because he could" cevabıyla kanımı dondurduğu için.
diğeri de maskeli pezevenk.. maskesiyle değil, maskesini çıkartıp aslında ne kadar bizden biri, komşumuz, iş arkadaşımız, her gün markette karşılaştığımız adam olduğunu anlatışıyla..
.. spoiler ..
işte tam da böyle bildiğin insanı anlatan, her gün karşına çıkan insanlardan bahseden aşırı gerçekçi kurgudan o kadar tırsıyorum ki müthiş bir dizi olan the fall'u izlemeyi götüm yemedi. birkaç bölümün ardından bir ara izlerim diye erteleyip duruyorum, bakalım ne zaman..
aslında ben buraya hiç bunlardan bahsetmeye gelmemiştim biliyor musunuz? yine lafı uzattıkça uzattım ama asıl konuya anca geldim. ripper street.
hastası olduğum, ayrılmaya kıyamadığım için ikinci sezonun ortasında birden bire izlemeyi bıraktım. saçmalık değil mi? bence de. bir kenarda dursun, zor zamanlarda izlerim (?) diyerek kendimi avuttuğum doğrudur, aslında bildiğin "yemeğin en güzel kısmını sona bırakmak" gibi bir içgüdü yüzünden sanırım.
bugün baktım ki vakti gelmiş, çok özlemişim, reid'i, drake'i, jacksonları mı? belki. ama en çok bana hissettirdiği gerçeklik duygusunu. insanın içindeki iyiliği, vahşiliği, doğru ve yanlış çatışmasını apaçık anlatışını.
aslında eyyorlamam bu kadardı, kusura bakmayın biraz uzun sürdü. şimdi bir bölüm daha izleyeyim. sefam olsun!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder