23 Mayıs 2021 Pazar

babam

neredeyse bir sene olacak, elbette düşünmeden geçirdiğim gün yok, ağlamadan geçirdiğim gün de azdır. dış görünüşüm gibi, huyumun suyumun da bir çok açıdan babama benzediği doğru. hastanede geçirdiğimiz son günün sonunda, cenaze sırasında, sonraki haftalarda metanetli oluşum da ondan herhalde. babamı ağlarken çok az görmüşümdür. bir cevdet dedemin vefatını öğrendiğinde bir de fabio abi öldüğünde net hatırlıyorum ağladığını. muhakkak başka zamanlar da olmuştur. bu sene en çok bunları düşündüm. o da metanetli görünüp benim gibi gizli gizli hep ağladı mı acaba? yemek yaparken, çalışırken, televizyon izlerken, tuvalette, sabaha karşı uyandığında.. bilmiyorum. bildiğim yerden başlayayım.

en sevdiğim özelliği merhametli oluşu. birisinin başına gelen kötü bir şeyden bahsettiğinizde ya oradan kaçmak ister ya da yüzünü buruşturup eliyle yüzünü örterdi. bazen de ikisi birden. eli yüzünde hızla öbür odaya kaçtığını görür gibiyim. zaten kan görmeye dayanamz, işin içinde bir de kan revan varsa tutmak mümkün değil.

çoğunlukla insanları önce iyi tarafından görmeye çalışırdı, yaptıklarına ettiklerine bir anlam vermek zorken aklına gelmeyebilecek ihtimalleri göz önünde bulundurur, anlayışlı davranırdı. biri borcunu mu ödemedi, olsundu, demek durumu yokmuştu. biri sözünü yerine mi getirmedi, demek ki başka bir işi çıkmıştı. kimi zaman da durduk yere saman alevi gibi bir anda köpürür, bu aynı sebepler için yok yere insanlara kızar fırçalardı. özellikle de ilerleyen yaşlarında. evde bir iş yapılacaksa o iş bitene kadar neye kızacağı hiç belli olmazdı, bir usta dünya iyisi iken, bir diğeri daha baştan sınıfta kalırdı, bir daha da gözüne giremezdi.

doğru ve dürüst bir insandı. herhalde ömer ulusoy sözlükte bir madde olsaydı karşılığı bu olurdu. neden ve nasıl bilmiyorum. sanırım başka türlü olmayı kendine yakıştıramazdı. zaten hayat boyu kendiyle hesabı bitmeyen insanların en çok uğraştığı, en çok zorlandığı şey kendine hesap vermek değil mi? dini inanca veya dışarıdan empoze edilen bir ahlak veya yasa taslağına dayanmadan iyi bir insandı. ne güzel ki, bunun için de hep hak ettiği saygıyı gördü.

çok okur, çok düşünür, az konuşurdu. kederini de sevincini de paylaşmakta zorlanırdı. herhalde bu içe kapanık yapısı içki ve sigara bağımlılıklarını uzun yıllar en iyi dostu yapmıştı (tanju okan dinlemezdi ama şarkıdan haberi vardır muhakkak.) keşke biraz daha hayattan zevk alan, daha az dertli bir yapısı olsaydı,  belki daha uzun yıllar yaşar, belki de yaşadığı kadarından daha mutlu olurdu. aslında çok muzır, yeri geldiğinde hepimizi çok güldüren espriler yapardı ama bunları pek nadir ve pek sağa sola belli etmeden yapardı, o yüzden çok yakınında olmayanlar bilmem bundan haberdar mıydı.

müziksiz tek bir günü geçmemiştir tahminimce. yıllar içinde piyasada ne medyum varsa evimizde onlar sayısız adet bulunurdu. yüzlerce kaset, plak, video kaset, cd, sonra da mp3 dosyası. türk sanat ve halk müziği repertuarı herhalde benim diyen ustalara taş çıkartırdı. onu tanıdıysanız her söylediğiniz kelime veya isim için bir şarkı veya türküsü olduğunu bilirsiniz. evin içinde ağır ağır gezerek türkü söyler, bir yandan çay demler, küllük döker, tamirat yapardı. fantazi müziğin ve arabeskin yılmaz düşmanıydı ve sanatın diğer kollarına mesafeliydi, varsa yoksa tsm ve thm idi. herhalde tek beraber sinemaya gidişimizde "nannişim ben mustafa hakkında her şeyi değil de bazı şeyleri izleyip çıksam olmaz mı?" diye izin almayı denemiş ama sonra filmi sonuna kadar izlemişti.

yakın tarih ve özellikle cumhuriyet tarihi ile ilgili bilgisi benim tahayyülümün çok üzerindeydi, evimizdeki raflarca dolu tarih kitaplarını özümsemiş, yorumlamış, olaylara kendi bakış açısını oturtmuştu. o ölene kadar osmanlı ve cumhuriyet tarihinden bir figür veya olayla ilgili aklıma takılan bir şey olduğunda google'a filan ihtiyacım hiç olmadı. 

daha anlatacak çok şey var, yazsam sabaha kadar yazarım ama benim aklımda daha çok bir iki gün önce sabah beni uykumdan ağlayarak uyandıran rüya var. bu aralar türkiye haberlerinden bilinçli veya bilinçsiz uzak duruyorum. sosyal medyadan bile haber alma yollarım oldukça kısıtlı. ama gidip gelip türkiye'de canımı sıkan, içimi karartan olaylar rüyama giriyor. geçen sabah tahir elçi suikastını sanki televizyondan yeniden izler gibi rüyamda görünce de şaşırdım elbette. ama bu kez suikastçiler ve polisler olay yerinden koşarak uzaklaşırken tahir elçi'nin telefonu çalmaya başlıyor ve olay yerindeki safça bir genç telefonu yerden alıp yanıtlıyor. arayan tahir elçi'nin babası. artık içine mi doğmuş, haber mi almış, ne ise oğlunu arayası gelmiş dedenin. telefona bir yabancı çıkınca durumu anlıyor, bir yandan ağlıyor ama bir yandan da telefondaki ne diyeceğini bilemeyen oğlanı teskin ediyor. söylediği bir şey nedense çok yüreğime dokundu: "sevgiyi gösterenden allah razı olsun." 

kendimi çok şanslı sayıyorum. beni dünyalar kadar seven bir babam ve ailem oldu. o sevgiyi hep hissettim, hissediyorum. çevremde beni sevgiyle saran bir ailem, dostlarım, akrabalarım var. ne kadar mutlu olsam azdır. babacığım hayatı boyunca bana türküler söylediği, her ihtiyacım olduğunda yanımda olduğu, hayatta sevgisini en çok bana gösterdiği için de allah ondan razı olsun.

artık onu rüyamda güçlü kuvvetli, sağlıklı günlerindeki gibi görmeye başladım. birkaç ay önce rüyamda her bir damarını ezbere bildiğim güçlü ellerine sarılıp onu ne kadar özlediğimi söyledim. bu yazıyı yazacak gücü (ve mendili) de bulduğuma göre acaba yavaş yavaş ölümünü kabulleniyor muyum? çok severek izlediğim ama karanlık bir polisiyede bu hafta "closure is a myth (sevdiklerine veda edebilmek bir efsanedir)" diyordu. belki de haklı.

anka kuşuna dedesiyle ilgili komik ve güzel hatıralar anlatıyorum. herhalde bu sene gizli ağlayışlarımın en büyük sebebi zaten dedesini çok seven ve çok özleyen anka kuşunu daha çok üzmemekti. büyüdükçe hatıraları bizim anlattıklarımızdan ve fotoğraflardan ibaret olsa da sanırım dedesinin ona olan sevgisini hiç unutmayacak.

sizi de üzmek istemezdim, ama yalnız üzüldüğüm artık yeter. işte babamdan bir farkım da sanırım bu.

sizi de seviyorum, var olun.



6 Haziran 2020 Cumartesi

zor

Babam öldü. Bir gün geçti bile. Arada sesim titriyor ama ağlamıyorum pek, düşündüm neden. Ağlamak kolay da, durmak zor.

12 Eylül 2015 Cumartesi

couch sports

bir insan bir haftasonundan daha ne isteyebilir ki? güzel bir yemek, üstüne bir barcelona maçı, bir grand slam finali, bir battaniye, bir kedi. aha messi gol atti deyince işinden başını kaldırıp bakan bir adam. bir günde izlediğim 3 harry potter filmi de cabası..
üstelik bugün oturma odasının bütün gereksiz dağınıklığını yaratan battaniye, dergi, kumanda vesaireyi içine tıkabileceğim boyutlarda siyah bir sepeti o.nunla tartışarak da olsa aldım. bundan iyisi ancak vinci kupayı alırsa olur, o da biraz zor.. 

17 Mayıs 2015 Pazar

ripper

gördüğüm kadarıyla çağın hastalıklarından sadece biri de kitap okumaya, yeni bir şeyler öğrenmeye, boş vaktimizi kendimize faydalı işlerle geçirmeye fırsat bul(a)mayışımız. çoğu zaman vakitsizlikten de değil bunları yapmayışımız, getirdiği bilgiyi özümsemenin gerektirdiği efor yüzünden sanırım. o yüzden son zamanlarda kiminle konuşsam hızlı bir dizi izleyicisi veya polisiye/gerilim (almanların deyimiyle krimi, amerikanlarca thriller) roman okuyucusu olmuş çıkmış, tıpkı benim gibi. neden polisiye derseniz, basit; içinde günlük hayatın curcunasında bir kırtik (erzurumca azıcık) kalmış konsantrasyonumuzu üzerinde tutmaya yetecek kadar adrenalin var yani sürükleyici, o güzel kafamızı yormadan anlayabilecegimiz şeyler anlatıyor ve elbette korku fılmlerini, katilli polisli her şeyi niye seviyorsak o yüzden: bilinçsizce de olsa bize yaşattığı "oh be iyi ki bu şeyler benim başıma gelmiyor" duygusu.

polisiye/gerilimi her zaman sevmişimdir ama dediğim gibi ben de son yıllarda sağlıksız derecede polisiye kitap, dizi ve film tüketen biri oldum çıktım. yanlış anlaşılmasın, bence polisiye/gerilim sevmek kesinlikle çok mantıklı! ve her zaman öyle yazdığım kadar da kolay işlediğimiz, tüketip bir kenara attığımız şeyler çıkmıyor bu türden. türünün iyi örnekleri o bulmacalı halleri, birer birer ortaya çıkan çoğu zaman kafa karıştırıcı ipuçları, olay örgüsü veya sonuyla insanı şaşırtma potansiyeli ve en önemlisi insan profilleriyle korkuturken düşündüren eserler.

bu maratonumun yakın tanığı o. bu kadar vahşet, kan, gerilim dolu şeylerden nasıl zevk aldığıma hala şaşırır. sebebini az çok yukarıda anlattım ama okuduklarımdan ve izlediklerimden etkilenmememin en önemli sebebi kurgu ve hatta uyarlama eserlerden kendimi kolaylıkla soyutlayabilmem olsa gerek. korku filmi izleyemeyen, izleyince günlerce etkisinden çıkamayan insanların bu soyutlamayı yapamadıklarını farz ediyorum, ki etkisinden kurtulamıyorlar.

mevzu kurgu olunca üstümden hafıf bir rüzgar gibi geçen kan revan, vahşet, korku, iş ciddiye binince kesinlikle uzak durduğum şeyler. ana haber bülteni üçüncü sayfa haberlerine bağladığı anda kanalı değiştiririm (gerçi ana haber bülteninin siyasi kısmı da benim için gerilimden farksız, evde akşam yemeği sırasında ajansı almak isteyen o. ve asabımı bozmak istemeyen şahsım arasında sürekli bir kanal değiştirme çekişmesi var).

sosyal medyada kol gezen hayvanlara eziyet videolarının emaresini dahi gördüğüm yerden topuklarım. hatta ilk örneğinin 2000li yılların başından olduğunu hatırladığım teröristlerin kafa kesme, insan yakma vs. gibi yazarken bile fena olduğum eylemlerinin hiçbirini bugüne dek izlemiş değilim. bu konuda o kadar tırsağım ki ali ismail'i döven orospu çocuklarının olduğu görüntüleri bile kendimi zorlayarak aylar sonra izledim. işte bugün, o toplasan günler, haftalar, aylar edecek korku ve gerilim kurgusu mazimden geriye bana şimdi etki edecek çok az şey kalmışken ali ismail'in görüntüsü belleğimden asla silinmeyecek gibi.

kurgu kısmından o içime işlemiş çok az şeyi düşününce ilk aklıma gelen örnek nedense hep 8mm oluyor. o küçük emrah bakışlarıyla dalga geçtiğimiz, kimi zaman oyunculuğunu itin götüne sokup çıkardığımız nicholas cage'e saygı duymamın en büyük sebebi bu film. yine de filmden aklımda yer eden en önemli iki figür de nikılıs değil.

.. spoiler ..
biri filmin ölmüş kahramanı zengin adamın yaveri olan itoğluit: nikılıs "peki ama neden bunu yaptı?" diye sorduğunda "because he could" cevabıyla kanımı dondurduğu için.

diğeri de maskeli pezevenk.. maskesiyle değil, maskesini çıkartıp aslında ne kadar bizden biri, komşumuz, iş arkadaşımız, her gün markette karşılaştığımız adam olduğunu anlatışıyla..
.. spoiler ..

işte tam da böyle bildiğin insanı anlatan, her gün karşına çıkan insanlardan bahseden aşırı gerçekçi kurgudan o kadar tırsıyorum ki müthiş bir dizi olan the fall'u izlemeyi götüm yemedi. birkaç bölümün ardından bir ara izlerim diye erteleyip duruyorum, bakalım ne zaman..

aslında ben buraya hiç bunlardan bahsetmeye gelmemiştim biliyor musunuz? yine lafı uzattıkça uzattım ama asıl konuya anca geldim. ripper street.

hastası olduğum, ayrılmaya kıyamadığım için ikinci sezonun ortasında birden bire izlemeyi bıraktım. saçmalık değil mi? bence de. bir kenarda dursun, zor zamanlarda izlerim (?) diyerek kendimi avuttuğum doğrudur, aslında bildiğin "yemeğin en güzel kısmını sona bırakmak" gibi bir içgüdü yüzünden sanırım.

bugün baktım ki vakti gelmiş, çok özlemişim, reid'i, drake'i, jacksonları mı? belki. ama en çok bana hissettirdiği gerçeklik duygusunu. insanın içindeki iyiliği, vahşiliği, doğru ve yanlış çatışmasını apaçık anlatışını.

aslında eyyorlamam bu kadardı, kusura bakmayın biraz uzun sürdü. şimdi bir bölüm daha izleyeyim. sefam olsun!

30 Eylül 2014 Salı

işte o kumaş!

bugün bütün günümü tam bir sinir küpü olarak gecirdim. her zamankinden fazla veya eksik bir sebebim yoktu. sabah evden ciktigimda nesem yerindeydi. öglen yemeginde de tatli tatli muhabbet ettim ama $irkette oldugum sürece her $eye söylendim, patrona haftalardir beni rahatsiz eden ama hic sesimi cikarmadigim 22bin $eyi arka arkaya siraladim, aylardir degistirilmeyi bekleyen masami ani bir asabiyet atagiyla degistirtmeyi basardim, en önemlisi calistigim yerde kücücük $eylerin bile halledilmesinin asiri fazla bir efor sarfi gerektirdiginin farkina varip bunu karsima cikan herkese dakikada 450 kelime hiziyla anlattim. o esnada nereden oldugunu hatirlamadigim bir sekilde $öyle bir bilgi cikti kar$ima.. hani $u siyah beyaz klasik kuma$ deseni vardir ya..
i$te ona biz baliksirti diyormu$uz. almanlarsa hahnentritt yani tavuk adimi diyormus, tavuk ayaginin biraktigi ize benzedigi icin.. ingilizlerse houndstooth diyormus. köpek di$ine benzetmi$ler zaar. $imdi fransizlarin ne dedigine bakasim var ama lökoksportif! filan gibi birsey cikacak diye ödüm kopuyor. o degil de bu bilginin beni nasil sevindirdiginin, nasil böyle pamuk gibi yaptiginin tarifi yok. yillardir tarif etmeye calisip edemedigim ancak görünce ha i$te bu diyebildigim bir desendi bu. halbuki anama veya deniz'e sorsam söylerlerdi. ama sorabilmek icin tarif etmem gerekirdi, ve onu yapamiyordum, bilmem anlatabildim mi..

o kadar sevincliyim filan ama yine de ufak bir kilciklik var i$in icinde. cünkü anla$ilan biz sadece bu desene degil, daha sade siyah beyaz desenlere de baliksirti diyoruz. yani ingilizlerin herringbone, almanlarin fischgräten (ikisi de = balik kilcigi) dedigi desene. bu daha düz desende bir milletler birligi olusmus gibi. herkes baliga baglamis.
böyleyken böyle.. bu vesileyle bir yil sonra bloga dönmem de ayri bir olay. arada ni$an oldu, dügün oldu, amerika'ya gittik gezdik filan dü$ün yani.. ama ko$a ko$a bloga yazmaya geldigim sey baliksirti oldu.. du bakayim o baliksirti desenli eldivenlerin elime göresini bulabilirsem onu da getirip koyayim. eksik kalmasin.

1 Ağustos 2013 Perşembe

büyük beyaz

dino’nun tasinma ve dolayisiyla beyaz esya alma tela$esinde buzdolabi ve camasir makinesi konusundaki tecrübelerimi derlemem gerekti. ben de $unu blogda yapayim da vatana millete bir hayrim olsun diye düsündüm. nitekim ben de arastirma yaparken google amcaya “camasir makinesi alirken nelere dikkat etmeliyim?” yazip cesitli kadin forumlarinda ve amazon review’leri icinde kendimi kaybetmistim.

ben camasir makinemi ve buzdolabimi 2013 basinda almanya’da aldigim icin türkiye’deki fiyatlar konusunda atip tutmam yersiz olur ama teknik ve pratik detaylarda dikkat edilmesi gerekenleri bir araya getirebilirim.

türkiye’de, hele ki acik/kapali balkonlu bir evde kurutuculu makine almak cok gerekli degil gibi. bebek sahibi olmak, her gün gömlek degistirmek, temizlik hastasi olmak gibi faktörler yoksa tabi. ben almanya’nin le$ ikliminde günlerce kurumayan camasirlar icinde delirmektense önlem olarak kurutuculu bir AEG Lavamat aldim. Alirken uzuuun uzun düsündüm ve secenekleri arastirdim.

öncelikle benim icin en önemli özellikleri düsünüp bunlara sahip makineleri birbirleriyle karsilastirdim. en önemli kriterim enerji tasarrufuydu. özellikle kurutma programlari cok enerji harcadigi icin enerji tasarruf degeri A veya yukarisi (A+, A++, A+++) olmayan makineleri güzelce eledim. kurutmali makinelerde bu göstergeyi A’nin üzerindebiraz zor bulursunuz ama sadece yikama makinelerinde artik A+++ olmayani dövüyorlar. bu baglamda sadece camasir makinesi alacak olsam ben de digerlerine cok büyük bir üstünlügü olmadigi sürece A++ ve A+++’nin altindaki makinelere bakmazdim. bu gösterge tek basina yeterli olsa da, enerji tasarrufu konusunda kafayi yediyseniz direktoman makninenin enerji harcama degerlerine bakmaniz gerekir. örnegin benim karsilastirdigim makinelerin tümünün yikama icin enerji tasarrufu degerleri A iken, tek yikamada (ve parantez icinde yillik) harcama degerleri $öyleydi:

0,91 (182) / 1,05 (210) / 0,91 (182) / 1,09 (218) / 1,36 (272) / 1,04 (208) kWh/standart program(yil)

bir diger önemli kriterim -annanemin dis fircalarken muslugu acik birakma hususundaki uyarilari ve “afrika’daki cocuklar” hatirlatmalarini göz önünde bulundurarak- su harcamasiydi. $unlar da karsilastirdigim cihazlarin yillik su harcama degerleriydi:

10200 / 9000 / 10200 / 11000 /12000 / 11800 lt/yil

biraz bakininca diger önemli kriterlerim $unlar oldu:

hazne büyüklügü: yerim dar, camasirim az demiyorsaniz 7-8-9 kg secenekleri var. yalniz kurutma da dahil oldugunda kurutma özelligini 3-4 kilodan fazla camasir icin kullanamiyorsunuz.

motor garantisi: makinenin kendi garantisi haricinde aeg’nin 10 yillik bir garantisi daha var, digerlerinde rastlamadim.

zamanlayici: bu cok isime yariyor, evden cikarken aksam dönüs saatimde bitecek sekilde kuruyorum eve döndügümde pıvıl pıvıl çamaşıvlav beni bekliyor.

camasir tartisi: kimi makinelerde kac kilo camasir koydugunuz tartilip abarttiysaniz uyariliyorsunuz, daha güzeli maksimumdan az camasir yikayacaksaniz makineniz deterjan ve suyu kiloyla orantili olarak kullanip tasarruf ediyor. bu özellik bosch makinelerde vardi sanirim.

program uzunlugu: bazi makineler –özellikle bosch- yika allah yika, yika allah yika standart programlari bir türlü bitiremiyor. saatlerce naapiyorsun kardesim deseniz temiz olsun der. ama insaf. dikkat edin camasir yikayayim derken gün bitmesin.

kisa program: artik neredeyse tüm makinelerde var, az camasiriniz ve aceleniz varsa faydali. kimi 3 kg - 20 dakika, kimi 1,5 kilosu - 15 dakika vs.

gürültü: desibel degerleri cogu makinede teknik özellikler arasinda veriliyor. kulaginiz veya komsulariniz hassassa dikkate aliniz.

ariza durumunda evi su basmasini önleyen otomatik sistemler: artik neredeyse tüm makinelerde var. hortumun basina sonuna elektronik bir parca ekleniyor. bir yandan da su alim hortumu kökünden yerinden ciktiginda o evi yine su basacak yani. düzgün takin $unlari.

elbette yukaridaki listede adi gecmese de en önemli kriterlerden biri de cihazin fiyati. cüzdan konusunda cok hassassaniz cihazin elektrik harcamasini dikkate alarak biraz daha kafa patlatabilirsiniz. örnegin tasarruflu olsun diye 300 lira fazla verecekseniz makine bu parayi kac senede amorti edecek onu hesaplamak cok zevkli. türkiye’de elektrigin kw/h ücretini arayip bulmaya üsendim, gerekiyorsa siz yaparsiniz zaten. eger buldugunuz sayi size göre makinenin ömrünü geciyorsa deger mi diye bir daha düsünürsünüz. bu arada danistigim saticilardan biri bana beyaz esya ömrünün artik ortalama 10 yil olarak düsünüldügünü söylemisti, daha uzun ve kisasini yasamisizdir ama artik ortalamasi bu demek ki.


i$te ben biraz manyak oldugum icin karsilastirmami böyle bir excel tablosunda yapmistim, karar vermek nispeten kolay olmustu. aslinda i$im su bakimdan kolaydi, aramaya taninmis markalardan basladim. yani adini sanini duymadigim veya cok güvenilir bulmadigim markalari seceneklerim arasina koymadim bile. benim tercihim böyle büyük bir seyler alirken servis / yedek parca bulma kolayligi, internetten fikir edinebilme olasiligi yüksek olan taninmis markalardan alisveris etmek. o da neticede herkesin kendi bilecegi i$. nice dandik görünümlü marka var da onyillarca kullaniliyor. ama bunlar benim icin hala riske atmak icin büyük paralar oldugundan ucuzunu alacak kadar zengin degilim mentalitesine gönülden bagliyim.

buzdolabi konusunda da size diyecegim tek sey var, birkac yüz lira pahali olabilir ama “bence” siz yine de no-frost olani alin. ya da en iyisi “abla/abi bu low-frost, bu da kar yapmaz” diyen satici arkadaslari bir kenara sikistirip dogru mu söylüyorlar diye sorgulayin. Kücücük dolaplarda buz eritmekten o kadar biktim ki no-frost’tan baskasini gözüm görmedi. low-frost neyin nesiymis kullanip gören olursa bi yorum yaziversin.

hadi hayirli ugurlu olsun.

ps. camasir makinesinin gelisi ile ilgili maceralarimiz ise $uralarda
garip akiminin onculerinden ranable
aege ile mutlu son

pps. internet explorer'dan nefret ettigimi söylemis miydim?

11 Temmuz 2013 Perşembe

3-5 kitap uğruna

özet geciyorum..  

bir okulda okuyorum. müdür bir gün kütüphaneyi kapatacagini ilan ediyor. birkac ögrenci olur mu öyle sey canim diyerek itiraz ediyoruz. pek sallamiyor. y"a ne itiraz ediyorsunuz, zaten bu kütüphaneden kitap aldiginiz mi vardi? kitaplari buradan alip baska kütüphaneye götürecegiz, kütüphanenin yerine de kantin acacagiz" diyor.

kütüphaneyi bosaltacaklari gün yaklasirken 3-5 ögrenci gelip kütüphanede nöbet tutmaya basliyoruz. kapatma günü geliyor, görevliler gelip kitaplarin kapaklarini sökerek, sayfalarini yirtarak kutulara doldurmaya basliyorlar. nöbet tutan birkac ögrenci "napiyorsunuz siz?" diyerek onlari durdurmaya calisiyor. o sirada kütüphanenin korunmasini isteyen bir kat muavini gelip görevlilerin karsisina dikiliyor. kitaplari biraktiriyor.

müdür israrci. "3-5 kitap icin olay cikartmayin, o kantin yapilacak" diyor. ilerleyen günlerde nöbet tutan ögrenciler okulun güvenlik görevlisi tarafindan tartaklaniyor, kütüphaneden zorla cikartilmaya calisiliyor. kat muavini de arada aldigi darbelerle hastanelik oluyor.

olaylar duyulunca daha cok ögrenci, bazi ögretmenler, kütüphane kolu, gezi gözlem kolu filan da arkadaslarina destek olmak icin kütüphaneye geliyorlar. tepkiler büyüyor. "madem kütüphane bu kadar kötüydü, neden bugüne kadar böyle kaldi? bu kütüphaneyi güncel, kullanisli, faydali olarak ögrencilere sunmak okul yönetiminin sorumlulugu degil mi?" diyorlar. hepsi beraber daha cok tartaklaniyorlar. disiplin cezasi alip okuldan uzaklastirilanlar oluyor. bunlar haksiz cezalardir diyen daha cok ögrenci, veli (anneler <3), ögretmen ve mahalle sakini olaya müdahil oluyor.

okul müdürü "ya orasi kantin olmasa da olur, harita odasi da yapabiliriz" diyerek kütüphaneyi bosaltmaya kararli. müdürün otoritesine karsi gelmenin yanlis oldugunu düsünen bir grup da "e iyi iste daha ne istiyorsunuz?" diye olaylari sakinlestirme cabasinda. müdür ve müdürden cok müdürcü bazi muavinler ögrencilerle "tamam oturun kütüphanenizde ellemiyoruz" diyip sonra yine güvenligi üstlerine saliyorlar. daha cok okulda, haksizliga ugrayanlara daha cok destek icin ögrenciler toplanmaya basliyor.  

tüm bu kargasa sürerken okul müdürü güvenlik görevlilerinin yaninda okulun delikanli genclerinin, bir takim belali tiplerin insanlari tartaklamasina göz yumuyor. isten cikarmakmis, okuldan atmakmis, disiplin cezasiymis, hic orali olmuyor, utanmasa bu ögrencilere takdir belgesi verecek. "yahu adam bana siddet uyguluyor" diyorum, "sen de müdürüne baskaldirmasaydin" diyor. "bak bunlar hep baska okullarin kiskirtmasi, okulumuzun güzellesmesini, basarili olmasini istemiyorlar" diyor. "gecen sene öss'de kac ögrencimiz üniversiteye girmisti halbuki" diyor. "ögrencilerin ezberci sistemle bir sey ögrenmeden, kagit üzerinde üniversite ögrencisi olmasi uzun vadede bize yaramaz ki" diyoruz, yine dayak yiyoruz.  

tepkiler sadece artiyor. is sadece kütüphane meselesi olmaktan cikiyor, "bak tuvaletler pis, ögretmenler yetersiz, ögrencilerin bazilari okula arabayla geliyor ama bazilarinin ayagina giyecek ayakkabisi yok", önce bunlari düzeltmek lazim diyenler ceza üstüne ceza aliyor, evlerine sonsuz kagitlar gönderiliyor, okuldan uzaklastiriliyor, isten atiliyorlar.  

müdür "bu okulda benim yönetimimden memnun olan bir ton ögrenci ve ögretmen var, o yüzden kesin sesinizi" diyor.  

ögrencilerin gözü cikiyor, kemikleri kiriliyor. ögrenciler ölüyor.  

ögrenciler ölüyor.  

ögrenciler ölüyor.    

cok sacma degil mi? degil. cünkü ögrenciler öldü.