neredeyse bir sene olacak, elbette düşünmeden geçirdiğim gün yok, ağlamadan geçirdiğim gün de azdır. dış görünüşüm gibi, huyumun suyumun da bir çok açıdan babama benzediği doğru. hastanede geçirdiğimiz son günün sonunda, cenaze sırasında, sonraki haftalarda metanetli oluşum da ondan herhalde. babamı ağlarken çok az görmüşümdür. bir cevdet dedemin vefatını öğrendiğinde bir de fabio abi öldüğünde net hatırlıyorum ağladığını. muhakkak başka zamanlar da olmuştur. bu sene en çok bunları düşündüm. o da metanetli görünüp benim gibi gizli gizli hep ağladı mı acaba? yemek yaparken, çalışırken, televizyon izlerken, tuvalette, sabaha karşı uyandığında.. bilmiyorum. bildiğim yerden başlayayım.
en sevdiğim özelliği merhametli oluşu. birisinin başına gelen kötü bir şeyden bahsettiğinizde ya oradan kaçmak ister ya da yüzünü buruşturup eliyle yüzünü örterdi. bazen de ikisi birden. eli yüzünde hızla öbür odaya kaçtığını görür gibiyim. zaten kan görmeye dayanamz, işin içinde bir de kan revan varsa tutmak mümkün değil.
çoğunlukla insanları önce iyi tarafından görmeye çalışırdı, yaptıklarına ettiklerine bir anlam vermek zorken aklına gelmeyebilecek ihtimalleri göz önünde bulundurur, anlayışlı davranırdı. biri borcunu mu ödemedi, olsundu, demek durumu yokmuştu. biri sözünü yerine mi getirmedi, demek ki başka bir işi çıkmıştı. kimi zaman da durduk yere saman alevi gibi bir anda köpürür, bu aynı sebepler için yok yere insanlara kızar fırçalardı. özellikle de ilerleyen yaşlarında. evde bir iş yapılacaksa o iş bitene kadar neye kızacağı hiç belli olmazdı, bir usta dünya iyisi iken, bir diğeri daha baştan sınıfta kalırdı, bir daha da gözüne giremezdi.
doğru ve dürüst bir insandı. herhalde ömer ulusoy sözlükte bir madde olsaydı karşılığı bu olurdu. neden ve nasıl bilmiyorum. sanırım başka türlü olmayı kendine yakıştıramazdı. zaten hayat boyu kendiyle hesabı bitmeyen insanların en çok uğraştığı, en çok zorlandığı şey kendine hesap vermek değil mi? dini inanca veya dışarıdan empoze edilen bir ahlak veya yasa taslağına dayanmadan iyi bir insandı. ne güzel ki, bunun için de hep hak ettiği saygıyı gördü.
çok okur, çok düşünür, az konuşurdu. kederini de sevincini de paylaşmakta zorlanırdı. herhalde bu içe kapanık yapısı içki ve sigara bağımlılıklarını uzun yıllar en iyi dostu yapmıştı (tanju okan dinlemezdi ama şarkıdan haberi vardır muhakkak.) keşke biraz daha hayattan zevk alan, daha az dertli bir yapısı olsaydı, belki daha uzun yıllar yaşar, belki de yaşadığı kadarından daha mutlu olurdu. aslında çok muzır, yeri geldiğinde hepimizi çok güldüren espriler yapardı ama bunları pek nadir ve pek sağa sola belli etmeden yapardı, o yüzden çok yakınında olmayanlar bilmem bundan haberdar mıydı.
müziksiz tek bir günü geçmemiştir tahminimce. yıllar içinde piyasada ne medyum varsa evimizde onlar sayısız adet bulunurdu. yüzlerce kaset, plak, video kaset, cd, sonra da mp3 dosyası. türk sanat ve halk müziği repertuarı herhalde benim diyen ustalara taş çıkartırdı. onu tanıdıysanız her söylediğiniz kelime veya isim için bir şarkı veya türküsü olduğunu bilirsiniz. evin içinde ağır ağır gezerek türkü söyler, bir yandan çay demler, küllük döker, tamirat yapardı. fantazi müziğin ve arabeskin yılmaz düşmanıydı ve sanatın diğer kollarına mesafeliydi, varsa yoksa tsm ve thm idi. herhalde tek beraber sinemaya gidişimizde "nannişim ben mustafa hakkında her şeyi değil de bazı şeyleri izleyip çıksam olmaz mı?" diye izin almayı denemiş ama sonra filmi sonuna kadar izlemişti.
yakın tarih ve özellikle cumhuriyet tarihi ile ilgili bilgisi benim tahayyülümün çok üzerindeydi, evimizdeki raflarca dolu tarih kitaplarını özümsemiş, yorumlamış, olaylara kendi bakış açısını oturtmuştu. o ölene kadar osmanlı ve cumhuriyet tarihinden bir figür veya olayla ilgili aklıma takılan bir şey olduğunda google'a filan ihtiyacım hiç olmadı.
daha anlatacak çok şey var, yazsam sabaha kadar yazarım ama benim aklımda daha çok bir iki gün önce sabah beni uykumdan ağlayarak uyandıran rüya var. bu aralar türkiye haberlerinden bilinçli veya bilinçsiz uzak duruyorum. sosyal medyadan bile haber alma yollarım oldukça kısıtlı. ama gidip gelip türkiye'de canımı sıkan, içimi karartan olaylar rüyama giriyor. geçen sabah tahir elçi suikastını sanki televizyondan yeniden izler gibi rüyamda görünce de şaşırdım elbette. ama bu kez suikastçiler ve polisler olay yerinden koşarak uzaklaşırken tahir elçi'nin telefonu çalmaya başlıyor ve olay yerindeki safça bir genç telefonu yerden alıp yanıtlıyor. arayan tahir elçi'nin babası. artık içine mi doğmuş, haber mi almış, ne ise oğlunu arayası gelmiş dedenin. telefona bir yabancı çıkınca durumu anlıyor, bir yandan ağlıyor ama bir yandan da telefondaki ne diyeceğini bilemeyen oğlanı teskin ediyor. söylediği bir şey nedense çok yüreğime dokundu: "sevgiyi gösterenden allah razı olsun."
kendimi çok şanslı sayıyorum. beni dünyalar kadar seven bir babam ve ailem oldu. o sevgiyi hep hissettim, hissediyorum. çevremde beni sevgiyle saran bir ailem, dostlarım, akrabalarım var. ne kadar mutlu olsam azdır. babacığım hayatı boyunca bana türküler söylediği, her ihtiyacım olduğunda yanımda olduğu, hayatta sevgisini en çok bana gösterdiği için de allah ondan razı olsun.
artık onu rüyamda güçlü kuvvetli, sağlıklı günlerindeki gibi görmeye başladım. birkaç ay önce rüyamda her bir damarını ezbere bildiğim güçlü ellerine sarılıp onu ne kadar özlediğimi söyledim. bu yazıyı yazacak gücü (ve mendili) de bulduğuma göre acaba yavaş yavaş ölümünü kabulleniyor muyum? çok severek izlediğim ama karanlık bir polisiyede bu hafta "closure is a myth (sevdiklerine veda edebilmek bir efsanedir)" diyordu. belki de haklı.
anka kuşuna dedesiyle ilgili komik ve güzel hatıralar anlatıyorum. herhalde bu sene gizli ağlayışlarımın en büyük sebebi zaten dedesini çok seven ve çok özleyen anka kuşunu daha çok üzmemekti. büyüdükçe hatıraları bizim anlattıklarımızdan ve fotoğraflardan ibaret olsa da sanırım dedesinin ona olan sevgisini hiç unutmayacak.
sizi de üzmek istemezdim, ama yalnız üzüldüğüm artık yeter. işte babamdan bir farkım da sanırım bu.
sizi de seviyorum, var olun.